• https://www.facebook.com/Sazeliyye
  • https://twitter.com/Sazeliyye
    • İbn Ataullah İskenderi'nin (ks) Hikem-i Ataiyye adlı tasavvuf klasiği
    • Şâzeliyye tarikatının Zerrûkıyye kolunun kurucusu Ahmed Zerruk el-Fâsî ks. (ö. 899/1493-94)
    • Sultan II. Abdülhamid Han'ın devam ettiği Şazeli tekkesi Zâfir Efendi Tekkesi (Ertuğrul Tekke)
    • II. Abdülhamid Han'ın Şazeli şeyhi Muhammed Zafir Efendi (ö.1903) ve kardeşleri
    • Şâzeli tarikatına mensup Osmanlı padişahı II. Abdülhamid Han
    • Unkapanı Şâzeli tekkesi (Şazeli Tekke Camii olarak bilinmektedir.)
    • Gaziantepli Kadiri-Şazeli şeyhi Hasan Arslan Hocaefendi (ö.2011)
    • ŞAZELİ ismi marka olarak TÜRK PATENT ENSTİTÜSÜ'ne 10 yıllığına tescil ettirildi!
    • Buna göre, bir başkası tarafından bu isim kullanılarak matbaa, TV, radyo, gazete, dergi, yayınevi, takvim vd. bilumum basım-yayım, eğitim-öğretim, kültür hizmetleri gerçekleştilemez.
Şâzeliyye Tarikatı

Sözleri

Aşağıdaki yazılar http://ismailhakkialtuntas.com sitesinden alınmıştır.
 
ZORLA CENNETE GÖTÜRÜLENLER
Allah Teâlâ, zayıf kullarının sadece farz ve vaciplerle yetinme­lerine izin vermiş,  güçlü kullarına da fazladan nafile kapısını açmıştır. Cezalandırılmaktan korktukları için sadece farzla­rı yerine getiren ve böylelikle kendilerini helâk olmaktan ve azaba uğramaktan kurtaran kullar, Allah Teâlâ’nın Rubûbiyetine olan talepleri, O’na olan özlemleri sebebiyle bunu yapmamışlar­dır. Şâyet onlar herhangi bir şekilde bu amellerden dolayı hesaba çekilmeyeceklerini bilselerdi, asla bu amelleri yerine getirmezlerdi. Bu sebeple onlar ancak, kendi nefisleri için bu farz ve vâcibleri yerine getirmişler ve bu esnada sadece kendi menfaatlerini düşünmüşlerdir. Onlar Allah Teâlâ’ya farz ve vâcib zin­cirleriyle bağlandıkları için bu amelleri zorunlu olarak yerine getirmişlerdir.[1] Bundan dolayı hadiste şöyle buyrulmuştur: “Rabbim, zincirlerle cennete götürülen kulların hâline hayret etti.” [2]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 59
[2] Hadisi Ahmed, Buhârî ve Ebû Davud rivayet etmiştir.
 
İNSANIN BEŞ ELBİSESİ VARDIR
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.
“Ey Ali, elbiseni kirlerden temizle ki, bu şekilde her bir ne­fesinde Allah Teâlâ’nın medet ve yardımına nâil olabilesin.” Dedim ki:
“Ya Rasûlüllah, elbisem nedir?” Bana şöyle dedi:
“Allah Teâlâ sana beş kaftan giydirmiştir: Sevgi kaftanı, marifet kaftanı, tevhid kaftanı, iman kaftanı ve İslâm kaftanı.
Allah Teâlâ’yı seven kimseye her şey basit ve kolay gelir.
Allah Teâlâ’yı bilen mârifet sahibine de her şey küçük görünür. Allah Teâlâ’yı tevhîd edip birleyen hiç kimse Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koşmaz.
Allah Teâlâ’ya iman eden kimse, her şeyden emin ve güvende olmuştur. Allah Teâlâ’ya teslim olup İslâm dairesine giren herkesin Allah Teâlâ’ya isyân ve günahı azdır. Şayet O’na karşı bir kusur ve isyanda bulunacak olursa, derhâl özür ve tevbede bulunur. Bunu ya­pacak olursa, onun özrü ve tevbesi kabul edilir.”
İşte o zaman, “Ve elbiseni temizle” [1]âyetinin manasını anladım.[2]
[1] Müddessir, 4
[2] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 123-124
 
HZ. RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMDEN SONRA İNSANLARIN EN ÂLİMİ, HZ. EBÛ BEKİR SIDDÎKDIR
Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle dedi:
“Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’e mağfiret et. Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’e merhamet et. Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’in kusur ve ayıplarını ört.  Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’in hata ve kusurlarını telafi et.”Bu, Hızır’ın duâsıdır. Her gün bu duâyı kim okursa, o kimse abdallardan yazılır.”
Yine şöyle dedi:
“Her gün Bahr kapısından çıkıp Menar ta­rafına doğru yürüyordum. Yine bir gün Menar tarafına doğ­ru yola çıktım. Menar’da doğu yönünde uzanıp uyudum. Bu esnada gönlüme şu düşünce doğdu:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile uzun bir süre beraber olduğu hâlde Hz. Ebû Bekir’i az hadis rivâyet etmeye sevk eden sebep ne idi?” Derken birinin bana şöyle seslendiğini işittim:
“Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra insanların en âlimi, Hz. Ebû Bekir Sıddîkdır (Radiyallâhü anh). O’nun Hz. Rasûlüllah’dan az rivayette bulunması, onun hakikatine erdiği içindir.” [1]
“Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer risâletin hâlifeleri, Hz. Osman ve Hz. Ali de nübüvvetin halîfeleridir.” (Hepsinden Allah Teâlâ râzı olsun) [2]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 163
[2] a.g.e., 336
 
GÖRÜNMEYEN CEZALAR
“Allah Teâlâ, iman edenlerin velîsidir.”[1]
“Allah Teâlâ, iman edenleri müdâfaa edip savunur”[2]
Allah Teâlâ, evliyasına eziyet edenlere karşılık verir; ancak bu karşılığın derhâl olması gerekmez. Çünkü dünya hayatındaki müddet, Allah Teâlâ katında çok kısadır. Allah Teâlâ, dünyanın, sevdiği kullar için mükâfatlandıracağı bir yer olmasını murat etmediği gibi düşmanlarını cezalandırmak için de bir yer olmasını murat etmemiştir. Şayet Allah Teâlâ, evliyasına eziyet edenleri derhâl cezalandıracak olsaydı, bu, kalplerin katılaşmasına, gözlerdeki perdelerin kalınlaşmasına, insanların Allah Teâlâ’ya tâat ve kulluktan uzak durmalarına, günaha dalmalarına, himmetlerinden kesilmeye ya da Allah Teâlâ’ya hizmetkâr olmanın haz ve lezzetini duymamalarına sebep olabilirdi.
Anlatıldığına göre;
İsrailoğullarında önceleri bütünüyle Allah Teâlâ’ya yönelmiş, sonra yüz çevirmiş bir adam vardı. Bu adam şöyle dedi:
“Ey Rabbim, Sana o kadar çok isyan ettim de beni cezalandırmadın?” Allah Teâlâ o zamanın nebisine vahyederek, o adama şöyle demesini bildirdi:
“Seni o kadar çok cezalandırdım ki farkına bile varmadın. Senden, zikrimin ve Bana yalvarmanın haz ve lezzetini çekip almadım mı?”
Bu kıssadan çıkarılacak hisse şudur:
Allah Teâlâ’ın evliyasından herhangi bir veliye eziyet eden insanın, canında, malında ya da çoluk çocuğunda herhangi bir sıkıntı ve belâya uğramadığı görüldüğünde, onun selâmette olduğu zannedilmemelidir. Çünkü bazen o, bundan dolayı öyle bir musibete uğrar ki, kullar farkına varamazlar. [3]
[1] Bakara, 257
[2] Hacc, 38
[3] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 53
 
EVLİYA OLMAK İSTİYORSAN SIKINTIYADA RAZI OLACAKSIN
Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzeli kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle demiştir:
“İNSANLARIN SANA KÖTÜ­LÜK YAPMALARINDAN DAHA ÇOK, SANA İYİLİK YAPMALARINDAN KAÇ.”
Çünkü onlar sana bir iyilik yapacak olurlarsa, kalbine musallat olurlar. Fakat sana yaptıkları kötülük yalnızca bede­nine musallat olur. Senin kalbine musallat olunması ise be­denine musallat olunmasından daha hayırlıdır. Seni Allah Teâlâ’ya ulaştıracak bir düşman, seni Allah Teâlâ’dan kopup alıkoyacak bir dosttan daha hayırlıdır. Bu tür insanların sana güler yüz gös­termelerini gece, senden yüz çevirmelerini de gündüz kabul et. Görmez misin, sana geldikleri zaman seni fitneye düşürürler.[1]
Velîlere insanların musallat edilmesi, bu yolun başlangı­cında Allah Teâlâ’nın sevdiği kullar ve seçkin dostları için koyduğu bir kanundur. Bundan dolayı Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ’m, bu topluluk hakkında, izzet bulsunlar diye zillet içinde olmalarına hükmettin. Yine vecde ersinler diye yokluk görmelerini karara bağladın. Senden alıkoyan her izzeti, rah­metinin letâifine ulaştıran zilletle değiştir. Senden alıkoyan her vecd hâlini de senin muhabbetinin nûrlarına ulaştıran yokluk­la değiştir.”
Bu durumun, Allah Teâlâ’nın, sevdiği kullar ve seçkin dostları hakkındaki bir kanunu olduğunu gösteren delillerden bazıları da Allah Teâlâ’nın şu âyetleridir:
“Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve berabe­rindeki mü’minler: Allah Teâlâ’nın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki, Allah Teâlâ’nın yardımı yakındır.” [2]
“Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendi­lerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız geldi.”[3]
“Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bu­lunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak ve o yerde onları hâkim kıl­mak istiyorduk.”[4] ve
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah Teâlâ’tır.” dedikleri için haksız yere yurtlarından çı­karılmış kimselerdir.” [5]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 208-209
[2] Bakara, 214
[3] Yûsuf, 110
[4] Kasas, 5-6
[5] Hacc, 39-40
 
DÜNYA KAZANCI OLMAYAN TARİKATA GİREMEZ
Şeyh Ebû’l-Abbas el-Mürsî kaddesellâhü sırrahu’l azîz talebelerinin şöyle dediğini işitip duruyordum:
“Şeyhlerle oturup kalkan zâhirî ilimden hiçbir şey öğrene­mez.” Zâhirî ilmi öğrenemeyecek oluşum bana ağır geliyordu. Fakat bunun yanı sıra şeyhin sohbetinden mahrum kalmayı da göze alamıyordum. Şeyhe geldim. Onu sirkelenmiş et yer­ken buldum. Kendi kendime:
“Keşke şeyh yediği etten bir lokma kendi eliyle bana da yedirse.” diye düşündüm. Düşüncem henüz aklımdan geç­mişti ki, şeyh kendi eliyle ağzıma bir lokma koyuverdi. Sonra bana:
“Bir tacir bizim sohbetlerimize başladığı zaman biz ona: Ticaretini terk edip öyle gel, demeyiz. Ya da zanaat sahibi bir insan bizim meclisimize katıldığı zaman: Zanaatını bırakıp öyle gel, demeyiz. Veyâ  ilim öğrencisi bir insan bizim mec­lislerimize devam edecek olduğunda ona:
İlim öğrenmeyi bırak da gel, demeyiz. Aksine her insa­nı Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu mevkî ve konumda kabul ederiz. Allah Teâlâ bizim ellerimiz vâsıtasıyla onun hakkında her ne takdir buyurmuşsa mutlaka ona ulaşacaktır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, tabi’ olan sahabe içinde de zanaatkârlar bulunuyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  hiçbir tüccara:
“Ticâretini terk et.”, hiçbir zanaatkâra da:
“Sanatını bırak.” dememiştir.
Bilakis hepsini kendi konumlarıyla kabul edip, onlara bu­lundukları ortam ve işlerde Allah Teâlâ’dan korkup sakınmayı em­retmiştir.
Şeyhin öğrencilerinden birine şöyle demiştim:
“Şeyhin bana inâyet gözüyle bakıp beni hatırına getirme­sini çok isterdim.” Bu öğrenci bu konuşmamı şeyhe aktardı. Şeyhin huzûruna girince o bana:
“Şeyhin hatırında olmayı istemeyin. Bilakis şeyhin sizin hatırınızda olmasını isteyin. Şeyh sizin hatırınızda ne oranda olursa siz de şeyhin hatırında o oranda olursunuz.” dedi. Ar­dından şöyle devam etti:
“Sen hangi mevkî ve konumda bulunmak istiyorsun? Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, kesinlikle senin büyük bir şân ve makâmın olacaktır. Vallâhi, muhakkak senin çok yüce bir şân ve makâmın olacaktır. Allah Teâlâ’ya yeminle söylüyorum ki, senin için böyle olacaktır, Allah Teâlâ’ya yemin olsun, senin için böyle ola­caktır.” Ben şeyhin sözünden:
“Kesinlikle senin büyük bir şân ve makâmın olacaktır.” sö­zünü aklımda tutmuşum. Gerçekten de o, Allah Teâlâ’nın fazlıyla bize inkâr edemeyeceğimiz lütuf ve ihsânlarda bulundu.
Şeyhin oğlu efendim Cemâleddin bana şöyle anlattı: Şey­he:
“Onlar İbn-i Ataullah’ın fıkıhta öne çıkmasını istiyorlar.” dedi. Şeyh ise:
“Onlar onun fıkıhta öne çıkmasını, ben ise tasavvufta öne çıkmasını istiyorum.” dedi.[1]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 169-170
 
DUÂYI KABUL KILMA SIRLARINDAN BİRİ GÜNAHI İKRÂRDIR
Şeyhimin hocası Şeyh Ebû’l Hasan Şâzelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle dedi:
“Her ne zaman Allah Teâlâ’dan bir ihtiyacımı talep etsem, muhakkak ondan önce günahımı öne katarım.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mağarada mahsur kalan üç kişiyi anlatıldığı hadis için şöyle denilmektedir:
“Onlar bir mağaraya girmiş, ar­dından mağaranın ağzı bir kayayla kapanmıştı. Bu üç kişiden her biri, Allah Teâlâ için işlemiş olduğu bir ameli dile getirerek onunla Allah Teâlâ’ya duâ edecek ve böylelikle mağaranın kapısının açılmasını ümit edeceklerdi.”[1]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 299
 
DUÂ’NIN GİZLİ SIRLARI VARDIR
Bir gün Şeyh Ebû’l-Abbas el-Mürsî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin huzûruna bir adam girdi. Şeyhin acı çektiğini gördü. Ona:
“Efendim Allah Teâlâ size afiyet versin.” dedi. Şeyh adama herhangi bir cevap vermeksizin sustu. Sonra adam bir süre herhangi bir şey konuşmadan oturdu. Daha sonra tekrar:
“Efendim Allah Teâlâ size afiyet versin.” dedi. Bunun üzeri­ne şeyh:
“Evet ben Allah Teâlâ’dan afiyet istedim. Elbette Allah Teâlâ’dan âfiyet istedim. Şu an benim içinde bulunduğum hâl, âfiyetin ta kendisidir.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde Allah Teâlâ’dan âfiyet istemiştir. O bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Hayber’de yediğim etin etkisini hâla vücûdumda hissediyorum. Şimdi o artık benim atar damarımı kes­miş bulunmaktadır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,  Allah Teâlâ’dan âfiyet dilemiş olmasının yanı sıra böyle buyuruyordu.
Hz. Ömer radiyallâhü anh deAllah Teâlâ’tan âfiyet istemişti. O daha sonra hançerlenerek katledildi.
Hz. Osman radiyallâhü anh da Allah Teâlâ’dan âfiyet istemişti. O da boğazlanarak şehit edildi. Aynı şekilde Hz. Ali kerremallâhü vechede Allah Teâlâ’dan âfiyet istemişti. O da katledildi.
SEN ALLAH TEÂLÂ’DAN ÂFİYET İSTEYECEĞİN ZAMAN, ALLAH TEÂLÂ’NIN BİLDİĞİ SÛRETTE ALLAH TEÂLÂ’NIN ÂFİYET VERMESİNİ İSTE. (Ne istediğini bil.)
Şeyh şöyle diyordu:
“Sabır kelimesi Arapça asbar keli­mesinden türetilmiştir. Asbar ise, oklarla nişan alman hedef demektir. Sabırlı insan da kendisini Allah Teâlâ’nın İlâhî takdir okuna hedef yapan kimsedir.” [1]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 212-213
 
BEDDUÂNIN SIRRI
Bir kadının bir tavuğu vardı, ondan başka hiçbir varlığı da yoktu. Bu tavuk, kadın için yumurtluyordu. Derken bir gün bir hırsız gelip tavuğu çaldı. Kadın ta­vuğun çalındığını öğrenince hırsıza bedduâ etmedi, bilakis bu işi Allah Teâlâ’ya havale etti. Hırsız tavuğu aldı, boğazladı ve tüylerini yoldu. Birden bire hırsızın yüzü tavuğun tüyleriyle kaplanı­verdi. Ne yaptıysa bu tüylerden kurtulamadı. Kime sorduysa hiç kimse onun tüylerden nasıl kurtulacağına dâir bir çözüm sunamadı. Derken İsrailoğullarından bir bilgine rastladı. Du­rumu ona da anlattı. Bilgin şöyle dedi:
“Bunun ancak bir şifâsı vardır. Tavuğunu çaldığın kadının sana bedduâ etmesidir. Şâyet bedduâ edecek olursa, bu has­talığından da kurtulursun.” Bunun üzerine adam kadına bazı kimseleri gönderdi. Bu kimseler:
“O senin tavuğun nerede?” diye sordular. Kadın:
“Çalındı.” dedi. Onlar:
“Desene çalanlar sana çok eziyet etmişler.” dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar:
“Canını çok yakmış olmalılar, baksana yumurtasından da mahrum kaldın.” dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar bu şekilde sorularla kadının öfkesini iyice kabarttılar. Derken kadın, hırsıza bedduâ edi­verdi. Bunun üzerine hırsızın yüzünden tüyler dökülüp kayboldu. Bu durum İsrailoğullarından olan bilgine haber verildi. Bilgine:
“Bunun bu şekilde iyileşeceğini nereden bildin?” diye sor­dular. O:
“O kimse, kadının tavuğunu çaldığı zaman kadın ona bedduâ etmedi ve işini Allah Teâlâ’ya havale etmişti. Allah Teâlâ da kadı­nın yerine ondan intikam almıştı. Fakat kadın bedduâ edince, kendi nefsi için intikam almış oldu. Bunun üzerine de hırsızın yüzünden tavuğun tüyleri düşüp yok oldu.” buyurdu.[1]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 202
 
ALLAH TEÂLÂ’NIN İTAAT ETTİĞİ KULLAR
Allah Teâlâ rasüllerine indirdiği bazı kitaplarında şöyle buyurmuştur:
“Kim her şeyde Bana itaat ederse, Ben de her şey­de ona itaat ederim!”
Yine şöyle buyurmuştur:
“Kim her şeyi terk etmek ve onlardan ayrılmak suretiyle Bana itâat ederse, ben de her şeyde ona tecellî ederek, böylece benim kendisine her şeyden daha yakın olduğumu ona göstererek ona itâat ederim.”
Bu ilk yol olup, sâliklerin yolu­dur. Büyük yola gelince, bu da şöyledir:
“Her şeyde Mevlâ’sının güzel iradesine yönelmek suretiyle Bana itâat edene, Ben de Beni her şeyi Bizâtihi kendisi gibi görünceye kadar her şeyde ona tecellî etmek sûretiyle ona itâat ederim.”
Bu meseleyi anlamış isen, şimdi şunu da iyi bilmelisin:
Velîler iki sınıftır:
1-Her şeyden fenâ bularak Allah Teâlâ ile beraber başka bir şey görmeyen velîler.
2- Her şeyde bekâ hâline erip her şeyde Allah Teâlâ’yı gören velîler.
Allah Teâlâ mülkünü orada kendisi müşâhede edilsin diye var etmiştir. Kâinat Allah Teâlâ’nın sıfatlarının aynasıdır. Bundan do­layı kâinattan uzak olan, onda Hakk’ı müşâhede etmekten de uzak olur. Kâinat kendisi görülmek için var edilmemiş, fakat onda onu yaratan Mevlâ’yı müşâhede edebilmek için var edil­miştir. Hakk Teâlâ’nın senden muradı, kâinatı, göremeyenlerin gözüyle görmendir. Yani kâinatı Allah Teâlâ’nın onda tecellî etmesi sûretiyle görmendir, kâinatı, yaradılışı itibariyle müşâhede et­men değildir. Bu manayı anlatmak üzere bir şiirde şöyle dedik:
Alemler ancak onları görmeyenlerin gözüyle göresin diye sana gösterilmiştir.
Mevlâ’sını görmekten başka bir hâle razı olmayanın yük­selişi gibi âlemlerden yüksel.[1]
Şeyh Ebû’l-Hasan Şazelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle demiştir:
“Günahkâr mü’minin nûru açığa çıkarılacak olsa, gökyüzüyle yeryüzü arasını doldururdu. Öyleyken senin tâatkâr mü’minin nûru hakkında zannın nedir?”
Şeyhimiz Ebû’l-Abbas El Mürsî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin şöyle dediğini işittim:
“Şâyet velinin hakîkati ortaya çıkacak olsaydı, mutlaka ona kulluk edilirdi. Çünkü velinin sıfatları ve vasıfları Allah Teâlâ’nın sıfat ve vasıflarındandır.” Bazı müritler bana şunu haber ver­diler:
“Şeyhimin arkasında namaz kıldım; neredeyse aklımı ala­cak şeylere tanık oldum. Şeyhimin bütün bedeninin nurlarla kaplanıp dolduğuna şâhit oldum. Ardından onun bedeninden nurlar yayılmaya başladı, artık ona bakamaz oldum.”[2]
Yine Şeyhimin hocası Şeyh Ebû’l-Hasan eş Şâzelî şöyle de­miştir:
Allah Teâlâ sevgisi kalbe yerleşti mi, kulun kalbinden Allah Teâlâ’nın dışında her şeyi çıkarır. Bundan dolayı sen nefsin Allah Teâlâ’ya tâata meyilli ve aklın da mârifetullaha yönelmiş olduğunu gö­rürsün. Ruh huzûrda durmakta, sır da onu müşâhedeye dal­mıştır. Kul daha fazlasını ister, ona daha fazlası verilir. Yaptığı niyaz ve münâcâtın lezzetinden daha tatlı surette ona fetihler ihsan edilir. Kurbiyyet yaygıları üzerinde ona takrip elbisele­ri giydirilir. Hakikatlere ve ilimlere vakıf olur. Bundan dolayı şöyle demişlerdir:
“Allah Teâlâ’nın velileri gelinler gibidir, gelinleri suçlu ve günahkâr­lar göremezler.”[3]
[1] İbn Ataullah el-İskenderî ,trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 72
[2] a.g.e., s.79
[3] Ataullah İskenderî bu konuyu “Gelin Tâcı” adlı kitabında geniş çapta ele almıştır.
 
ALLAH TEÂLÂ’NIN İSM-İ A’ZAMINI BİLMEK SIRRI
Şeyhimin Hocası Şeyh Ebû’l-Hasan şâzelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle anlattı:
“Seyahatlerimin birindeydim. Henüz bu işin başında bu­lunuyordum. Bana şöyle bir tereddüt musallat oldu: Allah Teâlâ’ya tâat ve onu zikir için tekke ve dergâhlara mı kapanayım yoksa şehirlere dönerek Âlim ve sâlih insanların sohbetlerine mi ka­tılayım?” Derken bana bir velinin vasıfları anlatıldı. Bir dağın tepesindeydi, ben de yanına tırmandım. Onun yanma ancak gece vakti varabilmiştim. Kendi kendime:
“Bu vakitte şimdi yanma girmeyeyim.” dedim. Mağaranın içerisinden şöyle seslendiğini duydum:
“Allah ’ım kullarından bazıları, senden mahlûkatını, onlara hizmetçi kılmanı istediler ve bununla râzı oldular. Ben ise bü­tün yönelişim sana olsun diye halkın bana musallat olmasını istiyorum.” dedi. Sonra ben kendi nefsime baktım ve:
“Ey nefsim, bu şeyhin kendisinden kana kana içtiği denize bak.” dedim. Sabah olunca şeyhin huzuruna vardım. Kendi­sini görünce heybetinden ürperdim. Ona:
“Efendim hâliniz nicedir?” dedim. O bana:
“Senin tedbir ve tercih hararetinden Allah Teâlâ’ya şikâyet ettiğin gibi ben de rızâ ve teslimiyet soğukluğundan Allah Teâlâ’ya şikâyet ediyorum.” dedi. Bunun üzerine ben:
“Efendim, benim tedbir ve tercih hararetimden şikâyetime gelince, ben onu şimdi tattım. Ama sizin rızâ ve teslimiyet so­ğukluğundan şikâyetiniz niçin?” dedim. Şöyle dedi:
“Rızâ ve teslimiyetin hazzının beni Allah Teâlâ’dan alıkoymasın­dan korkuyorum.” Ben:
“Efendim dün gece şöyle dediğinizi duydum:
“Allah’ım bazı kimseler mahlûkatı kendilerine hizmet ettir­meni istediler, sende mahlûkatı onların hizmetine verdin, on­lar bununla râzı oldular. Allah Teâlâ’yım ben bütün yönelişim sana olsun diye insanların bana musallat olmasını istiyorum.” dedi­niz.” Şeyh bunun üzerine tebessüm etti ve şöyle dedi:
“Evlâdım, Allah’ım, mahlûkatını bana hizmet ettir diyece­ğine, Rabbim benimle ol de. Allah Teâlâ seninle olunca herhangi bir şey kaçırman mümkün mü? Bu cinâyet nedir?”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle anlattı:
“Ben ve bir dostum bir mağaraya yerleşerek orada ibâdet edip Allah Teâlâ’ya vâsıl olmayı istedik. Her gün, Yarın bize fetih verilir ya da yarından sonra fetih nasîb olur.” diyorduk. Derken heybetli bir adam içeriye girdi. Ona:
“Sen kimsin?” dedik. Adam:
“Ben Melik’in kuluyum.” dedi. Onun Allah Teâlâ’nın evliyâsından biri olduğunu anladık. Ona:
“Hâlin nasıldır?” diye sorduk. O:
“Yarın veya yarından sonra bize fetih nasîb olur diyen kimsenin hâli nasıldır? Ne velâyet ne de felâh var. Ey nefis Allah Teâlâ’ya, niçin ibâdet etmezsin?” dedi. Biz onun konuya nereden girdiğini çok iyi anladık ve Allah Teâlâ’ya tevbe ve istiğfarda bulunduk. Bunun üzerine Allah Teâlâ bize fetih nasîb etti.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle anlattı:
“Bir gün üstâdımın huzûrundaydım. Kendi kendime şöyle diyordum:
“Acaba şeyh Allah Teâlâ’nın ism-i azamını biliyor mu?”
Şeyhin oğlu benim de bulunduğum mekânda hazır bulu­nuyordu. bana şöyle söyledi.
“EY EBÛ’L-HASAN MESELE ALLAH TEÂLÂ’NIN İSM-İ Â’ZAMMI BİLMEK DEĞİL, ASIL MESELE; İSMİN BİZÂTİHİ KENDİSİ OLMAKTIR.” dedi. Şeyh meclisin en önünden şöyle dedi:
“Oğlum doğru söyledi ve sende bulunan hâli tespit etti.”
Şeyh Ebû’l-Hasan’a bir gün şöyle denildi:
“Niçin semâ dinlemiyorsunuz?” Şeyh şöyle cevap verdi:
“Halktan gelen semâ cefâ ve eziyettir.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle dedi: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şu hadisini duydum:
“Bazen kuşkusuz kalbimde gaflet belirir de bundan dolayı Allah Teâlâ’ya günde yetmiş kere istiğfar ederim.”[1]
Bir zaman bu hadisin manasını anlamakta zorluk çektim. Sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bana şöyle dediğini duydum:
“Ey Mübârek! Bu Allah Teâlâ’dan başkasının (ağyârın) kalpte açtığı gaflet değil, aksine nurların açtığı bir gaflettir.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle dedi: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden nakledilen şu hadisi dinledim:
“Kalbinde fakirlik korkusu bulunan kimsenin ameli çok az olarak Allah Teâlâ’ya yükseltilir.”
Bir sene müddetle bu şekilde, hiçbir amelimin Allah Teâlâ’ya yükseltilmeyeceğim zannederek bekledim. Kendi kendime şöyle diyordum:
“Kim bundan kurtulabilir ki?” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem rüyamda bana şöyle derken gördüm:
“Ey mübarek, nefsini helak ettin, kalbe gelip geçen düşünce ile kalpte yerleşip karar kılan düşünce ara­sında fark vardır.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle anlattı:
“Rü’yâmda Hz. Ebû Be­kir radiyallâhü anhi gördüm, bana şöyle diyordu:
“Dünya sevgisinin kalpten çıktığını gösteren alâmet nedir biliyor musun?” Ben:
“Hayır bilmiyorum.” dedim. Hz. Ebû Bekir  radiyallâhü anh bana:
“Dünya sevgisinin kalpten çıktığını gösteren alâmet, nimete erdiğinde onu infak etmek ve nimetten mahrum oldu­ğunda da ondan dolayı bir sıkıntı duymayıp rahat olmaktır.”[2]
[1] Hadisi Müslim ve Ebû Davud rivayet etmişlerdir.
[2] İbn Ataullah el-İskenderî,trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 136-139
 
ALLAH TEÂLÂ VERDİĞİNİ GERİ ALMAZ
Şeyh Muhyiddin İbn’ül Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle demiştir:
“Sûfîlerden biri, Mısır’ın Kandiller sokağındaki evine bizleri davet etti. Şeyhlerden bir grup orada toplandık. Derken sofra kuruldu. Fakat yemek için tabaklar yetmemişti. Camdan bir kap vardı. Fakat bu kap bevl için ayrılmış olup henüz kul­lanmamıştı. Ev sahibi yemeğin ilk kısmını o kabın içine koydu. Cemâat de yemeye başladılar. Derken kap dile gelerek:
“Allah Teâlâ bana bu sâdâtın benden yemelerini nasîb ettikten sonra, artık bu andan itibaren ben evliyâ ve eziyetin mahalli olmaya asla râzı olmam.” dedi. Ardından ikiye bölündü. Şeyh Muhyiddin şöyle dedi:
Ben topluluğa: “Kabın söy­lediğini işittiniz mi?” diye sordum. Oradakiler:
“Evet.” diye cevap verdiler. Ben:
“Ne duydunuz?” dedim. Onlar da geçen sözü bana söylediler. Ben:
“Kap bundan başka bir şey daha söyledi.” dedim. Onlar:
“Ne söyledi?” diye sordular. Ben:
“Sizin kalpleriniz de böyle. Allah Teâlâ kalplerinize iman nasîb etti, artık bu imandan sonra, kalplerinizin günah, isyân ve dünya sevgisiyle kirlenmesine, çöplük hâline gelmesine râzı olmayın.” dedi, diye cevap verdim.” [1]
Allah Teâlâ bizleri ve sizleri, minnet ve keremiyle Allah Teâlâ’dan alıp öğrenen kimselerden eylesin.[2]
[1] Zamanımızda kalp hastalığının çokluğu nedenlerinden biride budur. Hallerimize kalplerimiz razı olmuyor.
[2] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah’ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 248-249
Şâzelî Şeyhler